Devletin Sofrasına Beyaz Tülbent Bırakmak
Salı, Ağustos 25, 2009
Kadın: sofra ve toprak
Kadınlar ve sofralar… Devrimlerin, inkılâpların, yenilikçi adımların, idamların, anayasaların, askerlerin… Sonra paranın, aşkın ve kimsesizliğin yaşanılan topraklara göre farklılık gösterdiği bir dünyada insanı hep aynı yerinden yaralar. Hangi zamanda ve hangi coğrafyada yaşarsanız yaşayın sofrayı hep kadınlar kurar. Sofra bezinin, yaldızlı örtünün ya da eski bir gazete kâğıdının üzerine tabakları, kaşıkları, tencereleri, kepçeleri… Ekmeği, peçeteyi, tuzu, salatayı yeni bir hayat kurgularcasına ve her seferinde bir şeyleri değiştirircesine hep kadın koyar. Oysa bilir çocuklarının sofraya nazlanarak geleceğini, eşinin herhangi bir şeyi bahane edip sofra düzenini yerle bir edeceğini… Misafirin kusurlu, kayınvalidesinin ‘yavan’ bulacağını… Kadın herkesten iyi bilir, olur da yolunda gitmezse işler sofradan ilk kendisinin kovulacağını. Bu yüzden hep eğrelti oturur masada; tepsinin, sininin, sehpanın yanı başında.
Sofranın huzuru için iki dizinin üstüne oturmak zorundadır. Çok yemez, çok konuşmaz, saatlerce oturup da sofra başında keyif yapmaz. Arkadaşını, annesini, komşusunu ‘bilirkişi heyetinin’ izni olmadan davet edemez sofraya. Hep zamanında pişirmelidir yemekleri ve kusursuz hazırlamalıdır sofrayı. Lokmaları uzun uzun çiğnemeli, herkesi başka türlü avutmalıdır. Sonra ağlamamalıdır sofradan kovulduğunda, hemen kalkıp toparlanmalı, elini yüzünü yıkamalı ve kafasını toparlamak için yemek kitabını açıp ertesi gün ne pişireceğine bakmalıdır. Kitap okumalı, yazı yazmalı, pencereye bakıp onu zamanla imtihan eden her şey için bir şarkı mırıldanmalıdır. Çok üstüne gitmemeli, önemsenmemelidir yaşananları. Öyle ya, kadınlar sofralarda, sofra sofra ayrılmaktadır ve tüm sosyalist, feminist söylemlerin aksine kadın sofrada evin içindeki durumunu hatırlamaktadır. Çünkü babasının evinde sofradan kovulabilendir kadın. Annesi tarafından sofralarda yalnız bırakılabilendir. Bir yaz günü uzaktaki sofralara bakıp da kendini vitrindeki tabaklara benzeten… Bir yaz günü çok beğenilip de hiçbir sofraya konulmayan vitrin tabakları gibi mahzunlaşabilendir. Gidecek hiçbir sofrası olmayandır rüzgârlar ters yönde estiğinde. Kocasının evinde sofraya çoğu kez fazlalık duygusuyla oturacağını bilendir sonra. Sonra devletin sofrasından bazen resmi bazen gayri resmi ideolojiler yüzünden kovulabilendir. Suçlu ya da suçsuz, katil ya da maktul her kadın sorumlu tutulur hayattan, topraktan, adaletten, anarşiden, huzurdan. Bu yüzden okuldan atılabilir, eğitim sofrasından nasibine düşenler bir kalem darbesiyle silinebilir, oğlunu şehit verebilir, dağa çıkan kızının önüne atasa da kendini elinden bir şey gelmeyebilir, dönüp dönüp ağlayıp da sonunda onun ardından ağlayanları göremeyecek hale gelebilir. Tüm bu söylediklerimin içinden gezip kendi mutsuzluğunu örtmek istercesine adı konulmamış masallar yazabilir. Oturamadığı sofralardan kendine pay biçebilir ya da. Kadın; sofra ve topraktır. Ondan özgürlük bahanesiyle toprağını çalanlar, onu sofradan kovmaktan da geri kalmayacaktır.
. . .
Kadın olmaya alışmak
“Henüz etek giymeye ve meclis koridorlarına alışamamıştık” diyor DTP milletvekili Aysel Tuğluk, partisinin kapatılma davasına ilişkin demeç verirken gazetecilere. Bir kadın ne zaman unutur etek giymeyi, saçını taramayı, sabah kahvaltısının ardından başını cama dayayıp dua etmeyi? DTP’liler ve diğerleri için ne zaman toprak dağ anlamına gelmiştir ve dağa çıkmak, en acımasız, en gözü kara, en soğukkanlı olmak ne zamandır önemli ve vazgeçilmez olmuştur? Hangi kutsal dava(?), hangi ideoloji, hangi ihtilaldir kadını topraktan dağa çıkartan? 1960 yılından bu yana Marksist sol yapılanma üzerinden güçlenen PKK mıdır? Önceleri etno-seküler bir dile hâkimken 90’lı yıllarda Refah Partisinin bölgedeki yükselişin ardından geleneksel ve dini değerler üzerinden senaryolar yazan terör müdür? Yıllarca birbirinden başarısız terörle mücadele stratejilerinin enkazıyla halkı baş başa bırakanlar mıdır? Partisinin tahripçi kimlik siyaseti midir? Sahi, ne olmuştur da Aysel Tuğluk kadın olduğunu unutacak kadar nefret etmiştir her şeyden? Yada madalyonu kendimize çevirdiğimizde 90’lı yıllar boyunca ana haber bültenlerini kabusa çeviren OHAL(Olağan Üstü Hal) gereğince açılan asit çukurları, sistemin altından parça parça tuğla çalan JİTEM ve zorunlu göç politikaları bu kadar mı basittir? Bu ülkede yapılmış her askeri darbenin ardından “İhtilal planları yapılırken her meslek grubundan birilerine danışılır ama sosyologlar olay seyrinin dışında tutulur” diye övünenler boşaltılan köylerden büyük şehirlere gelen insanların kadınlığını, insanlığını unutacak kadar nefret dolabileceğini neden hiç hesaba katmamıştır? Neden Başbakan üst kimlik kavramını ortaya atıp barış için adım atmaya hazır olduklarını gösterirken, 29 Mart seçimlerinde doğu ve güneydoğu illerindeki başarısızlığıyla “Kürt meselesiyle fazla uğraşmaması” konusunda adeta bir uyarı almıştır? Daha da önemlisi neden DTP’li bayan vekiller saçlarına fön çektirme, etek giyme, makyaj yapma konusunda bu kadar çekingen davranmaktadır? Sahi onları, karargâh evlerinde kalan üniversite öğrencisi kızları ve dağda çocuk gönderen anneleri ‘kadın olmak’, ‘kadın olduğunu hatırlamak’ neden bu kadar korkutmaktadır? Yoksa sahiden de yıllardır anlatıldığı gibi “Kadın eli, kadın gönlü” terörün, savaşın, katliamın, ağıtın bitmesi için bu topraklar kadar dünyanın da son şansı mıdır? Sofraları terk eden kadınların, sofralardan def edilen kadınların o sofralara şöyle bir göz ucuyla bakması kaç can kurtarmaktadır? Tuğluk ve diğerlerinin yalnızca kadın olmanın bilinciyle bizimle aynı model etekleri giymesi, kendisini bize yakın hissetmesini sağlayacak mıdır? Tüm kadınlar ne zaman aynı sofrada yan yana güle oynaya bereketli bir yemeğin tadına ne zaman bakacaktır?
. . .
Sofralara beyaz tülbentle oturmak
Dağa çıkanlar, başkaları kadar kendilerini de yakıp kavuran bir rüzgarın peşinden giderken yani 80’lerden bu yana kurulmuş tüm T.C. hükümetleri terör konusunda ikmale kalırken… Şehitlerin isimleri alt yazıda sırayla geçerken televizyon ekranlarında; her seferinde komutanların, paşaların eline sarılan şehit babalarının kameralar gittikten sonra attıkları feryat bir sokak yukardan bizim evlerimizi inletecek kadar kulaklarımızda yankılanırken… Yani parasızlıktan ve kimsesizlikten ‘karargâh evlerine’ yerleştirilirken güneydoğulu genç kızlar… Başarılıysa Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğinin, başarısızsa karargâh evlerinin yönlendirmeleriyle birey olmayı, vatandaş olmayı ve kendine bir ‘öteki’ seçmeyi, ona kin ve nefret duymayı öğrenirken… Sonra hepimizin annesinin, anneannesinin en az bir komşusu Kürtken… Hani otobüste elimizdeki paketler yere düştüğü için yer veren çocuk aslında duruşu ve şivesiyle çok da benzerken onlara… Hastanede oradan oraya dolaşan ve Türkçe bilmediği için yanlış teşhis konulan kadını görünce içimiz acırken… Burada her şeyi önüne sunduğumuz çocuklarımızın bunalımıyla uğraşırken biz, orada traktörlerin arkasına doluşup mevsimlik işçi olarak yola çıkıyorsa birkaç çocuk… Hani gençlerin parasızlıktan, eğitimsizlikten, yanlış eğilimler yüzünden dağa çıktığı gerçeğini söyleyenler hep susturuluyorsa… Ekranların eskittiği kadın yüzlerinden birisi olan Rojin hem klasik, hem arabesk, hem pop, hem yabancı müzikten anlayan; mükemmel kadın, süper başarılı kız, imkânsızı başaran dahi rolüyle terör olaylarının arttığı zamanlarda ısıtılıp ısıtılıp önümüze getiriliyorsa… Onun uzun saçlarıyla ve üç kat fondötenle saklayamadığı hüzün, “Bu örgüt hepimizin hayatını mahvetti işte” hallerini gizlemeye yetmiyorsa… Yine de en önemlisi DTP’li bayan vekiller diz hizasında etekleri ve hafif topuklu ayakkabılarıyla yaşanmış onca şeyin ardından da olsa kadın olduğunu hatırladıysa, kadın olmaya alışmaya başladıysa… Devletin sofrasından kovulduğunu düşenler kadınlar, o sofraya göz ucuyla bakmaya başladıysa… Sonra hükümet Kürt açılımına dair umut verici adımlar attıysa… Kürt çalıştayının ikinci aşamasından da güzel haberler geliyorsa… Çatışmalarda hayatını kaybeden bir teröristin ve bir şehidin annesi yan yana gelebiliyorsa… Ve üstelik başlarındaki beyaz tülbentten ayaklarındaki çoraba gelenek, görenek, görgü bakımından bu iki kadın fazlasıyla benzerlik gösteriyorsa… Aslında ikisi de terör örgütünün elinden alamadıysa oğlunu… Benzer yaraları varsa ve benzer yaraları görmek acının sıcaklığını azaltırsa… On binlerce teröristin dağdan inmesi belki de milyonlarca insanın güvenli yaşaması anlamına geldiği için bu kadar önemliyse… Yani iyi bir şeyler oluyorsa dünya üzerinde; umuda, geleceğe, mutluluğa dair… Bunun yolu bu gün de olduğu gibi şu ya da bu sebeple, haklı ya da haksız devletin sofrasından çekilenlerin, sofrayı terk edenlerin usul usul sofraya yaklaşmasına, çorbaya elini uzatmasına ve eksik bir şey varsa mutfaktan masaya taşımasına bağlıdır… Belki de kuralıdır hayatın… Sofralardan ne kadar kovulsa, ne kadar küsse de sofralara yine de geçmişi bir kenara bırakıp sofraya ilk koşan olmalıdır kadın. Çünkü o sofra kurarsa durulacaktır sular… Sofralar kuruldukça insanlar birbirini görecek, birbiriyle yaşamayı öğrenecek, birbirinin kalbine bakıp ‘ortak bir söylem’ geliştirebilecektir. Her şeyden önemlisi devletinin sofrasına çağrıldığında gelen, barış için yanında beyaz tülbent getiren, “Bil ki kalbimin sağ köşesinde bir acı var” diye söze başlayan kadınlar oldukça dönecektir dünya.
En kıymetli ayda, bu ülkenin, bu toprakların ve Allah’ın sofrasında beyaz tülbentlerle anılmak duasıyla…
Turuncu Dergisi Ağustos 2009
Gündeme Kadın Yorumları
Gönderen: Ümmügülsüm TAT
10 yorum:
Fakat dağlardaki onbinlerce terörist tanımlaması yanlış olmuş Ümmügülsüm Hanım.
Şu anda en fazla 5000 terörist var kamplarda. dağlarda ise birkaç yüzü geçmez.
Değerli kardeşim, güzel yazmışsınız. Müsaadenizle stilinizle ilgili küçük bir eleştirim olacak.
Anlatmak istediklerinizi, fazla dolandırmadan, nispeten daha kısa ve öz biçimde anlatabilirsiniz diye düşünüyorum.
Umarım yanlış anlamazsınız. Kaleminize kuvvet.
İyi çalışmalar.
Yeniden Milli Mücade ile bu yazının ne alakası var, editör açıklayabilir mi?
Mevcut devlet yapısına yer yer atıfta bulunan "milli" olmayan bir yeniden milli mücadele mi?
Hanfendiye hatırlatırım, ülkemin adı T.C değil Türkiye Cumhuriyeti'dir.
Herşeyden bagımsız bahsi geçen konuya gelince, bir kadının hemcinslerine kovuldugu sofrayı, kısır bir döngü misali yeniden kovulacaklarını bile bile, usul usul yine kendilerinin kurmasını ögütlemesi trajikomiktir.
Kadın olmak, var etmek demektir, bizleri sofralardan kovanları yetiştirenler yine bizleriz. Sorunun düğümü de biziz, çözümü de.. Önce "kadın" olmaktan korkmamayı, kadınlığı olurunca yaşamayı ögrenelim, gerisi zaten teferruat Ümmü Hanım.
Bu yazı ile ilgisiz söyleyeceklerim.
Mevcut devlet yapısına atıfta bulunmamak mıdır mücadele çizgisi?
Öyle ise, judeo-grek menşeili kapitalist sistem tanımı ne idi? Sonradan iktidar olduk da sistem mi düzeldi?
Neden İnkılap ilmi çalışmaları yapılmıştır mücadelede?
Gelelim bu yazıya.
Evet mücadele ile birebir ilgili değil, çizgisi ilgili midir değil midir? Tam olarak örtüştüğü söylenemez. Yazar ise, bildiğimiz kadarıyla mücadele geleneğinden gelmektedir.
Mücadeleciler, görüşlerini yazabilirler, paylaşabilirler, birbirlerinin görüşlerini eleştirebilirler.
Mücadele çizgisinin güneydoğu sorununun bir parçası olan kürt sorunu hakkında ne ürettiği, taa 70'lerden bellidir.
YMM dergilerinde kürt sorunu Türkiye'nin bu kadar gündeminde değilken işlenmiş, demokrasi vurgusu o zamanlardan yapılmıştır.
Bugün Millet Partisi ve lideri Aykut Edibali ağabey de güneydoğu sorunu hakkında kapsamlı değerlendirmelerde bulunmaktadır.
Ayrıca, düşünce platformunda, çok isabetli analizler üretilmektedir.
Umran dergisinde, islamî çizgide çeşitli üretimlerde bulunmaktadır.
"Millet Düşmanıyım, Devlet Düşmanıyım" diye bağırarak mücadele çizgisinin dışında olduğunu haykırmayan "kardeş notlarına" sitemizde yer vermekteyiz.
Üzülmeden, kızmadan, sinirlenmeden istediğiniz eleştirileri yöneltebilirsiniz. İstediğiniz tartışmayı başlatabilirsiniz.
Selam ve dua ile.
uzun süredir takip ettiğim bu sitede, yorumlar görmeye başlamaktan da mutluluk duydum. Yazının yayınlanmasını da bu açıdan olumlu buluyorum.
########################
Çatışmalarda hayatını kaybeden bir teröristin ve bir şehidin annesi yan yana gelebiliyorsa… Ve üstelik başlarındaki beyaz tülbentten ayaklarındaki çoraba gelenek, görenek, görgü bakımından bu iki kadın fazlasıyla benzerlik gösteriyorsa… Aslında ikisi de terör örgütünün elinden alamadıysa oğlunu… Benzer yaraları varsa ve benzer yaraları görmek acının sıcaklığını azaltırsa… On binlerce teröristin dağdan inmesi belki de milyonlarca insanın güvenli yaşaması anlamına geldiği için bu kadar önemliyse…
#################################
Ümmügülsüm hanım,
yukarıdaki satırlarınız, bir mücadelecinin perspektifine yakışan satırlar değil.
Mücadeleci "propaganda" sanatını iyi bilmeli. Şehit anası ile terörist anasını arasındaki seromoninin bir propaganda ürünü olduğunu görebilmeli.
oradaki şehit anası olarak lanse edilen hanımefendinin aslında PKK'nın meclisteki uzantısı ile bağlantılı kadınlar olduğunu fark edebilmeli.
Başlarındaki tülbentten, ayaklarındaki çoraba kadar benzerlik göstermeleri, ikisinin de aynı coğrafyanın(va hatta aynı partinin) insanı olmaları sebebiyle olmasın.
Ayrıca Hanımefendinin "kadın sorunundan" yola çıkıp "güneydoğu sorununu" çözümleme çabasındaki kafa karışıklığını, ilk yorumda da vurgulanan, "onbinlerce terörist" tanımlamasından anlıyoruz.
Devlet-ebed-müddet
Sonsuza kadar adalet!
"Şehitler için ölüler demeyiniz,
şüphesiz onlar diridirler, fakat siz bilmezsiniz."
Bir de;
İslam'ın Ehl-i sünnet vel cemaat yorumu, "isyan'ı değil, ıslahatı emreder."
Saygılar.
aklımda kaldığı kadarıyla, "demokrasi vurgusu, doğuda ayrılıkçılık için çalışan yabancı ajanların bilgileri, şakilerin ıslah edilmesi, ordu-millet el ele mücadele perspektifi"
ne kadar doğru ve zamanının ötesinde tespitlerdi.
Aykut Edibali, hala gündemi okumaya, paylaşmaya devam ediyor.
Kadın sorununa tek çözüm, islamî sorumlulukların yerine getirilmesidir.
Burada Kur'anî çizgi bellidir.
ÇAĞ'ın sapkın anlayışlarının batağına düşmeyelim.
Demokrasi sorunu ise kadın sorunundan bağımsız ele alınmalı.
T.C. ve Türkiye Cumhuriyeti ayrımı, teröristlerin-bölücülerin bulunduğu bir ortamda yapılırsa anlam kazanır.
Esas "Mücadele" isminin geçtiği, geçmişi, geleneği, geleceği pîr-ü pak insanların bulunduğu bir yerde bu hatırlatmayı yapmak yakışık almaz.
Saygıdeğer "Adsız" Kardeşim,
ülkenizin adı "Türkiye Cumhuriyeti" olarak kalacaksa, buradaki insanlar sayesinde kalacak.
Devleti hataları hakkında, devleti yıpratmak amacı gütmeden uyarabilecek yegane platformda yazdınız yorumunuzu.
Hatırlamanız duası ile.
BURASI MÜCADELE SANCAĞI!
Merhaba,
prensip olarak internet üzerinde yazılarıma yapılan yorumlara cevap yazmıyordum bu güne kadar. Çünkü düzenli olarak üç ayrı dergide yazıyorum ve bu bazen site yöneticilerinin yayınladığı bazense benim web sitelerine gönderdiğim onlarca yazı anlamına geliyor. Bu kadar yazıyı takip etmem takdir edersiniz ki zor. zaten hepsine ayrı ayrı cevap yazmaya zamanım da yok çünkü dergiler her ay çıkıyor ve benim her ay okumam, araştırmam yazı yazmam gerekiyor. Yazıları kendi ismimle kaleme aldığım için "adsız" yorumları ciddiye almam zaten imkansız. Ki bu adsız yorumlarda yakışıksız bir samimiyetle(?) Ümmügülsüm olan ismimin Ümmü hanım olarak zikrediliyorsa sahiden önemsenecek bir yorum, tartışma yoktur ortada. T.C. ve Türkiye Cumhuriyeti tartışmaları ikili konuşmalarda kişilerin ufuklarını açar, onları düşünmeye birbirini tanımaya ve anlamaya yönlendirir ama böyle platormlarda bu tartışma "hafif" kalır. Mücadele Birliğinin bizlere öğrettiği en önemli şey "devleti çok sevmek, ona küsmemek" ti. Biri şehit annesi, diğeri bir PKK lı annesi olan iki kadının "devlet" sofrasında buluşması benim için umut verici bir adımdı. Yani devlet vardı ve devlet bu kadınlar için küresel bir çıkmazın içinde kutsaldı. DTP li kadın vekillerin içindeki "annelik" duygusu biraz kendisini gösterse, kalben hata yaptıklarını anlayacaklarını düşünürdüm hep ben... Vicdan taşıması, kabullenmesi zor bir haldir, duygudur. Kim olursanız olun vicdanı kaybettiğiniz anda olayları farklı yorumlar, başka hayatları ve insanları üzeri çizilip kenara atılacak kadar değersiz ve hükümsüz görürsünüz. Eğer bu platformda güneydoğu sorunu ile ilgili konuşmak istiyorsanız buyrun diyarbakır cezaevindeki çocukların terörist olmaması için neler yapılır onu konuşalım. Buyrun zorunlu göç politikalarıyla terörü büyükşehirlere taşıyanları ve bunların sonucunu yazalım, eleştirelim. Buyrun "kadın sorunsalı" hakkında konuşalım. Hepiniz benden daha iyi biliyorsunuzdur Birleşmiş Milletlerin üçüncü bin yıl kalkınma hedeflerinin merkezinde "kadın" olduğunu ve bu kadının da daha çok müslüman kadını ima ettiğini. Kadın sorunsalının ekonomiyle, uluslararası göçle, siyasetle, sanatla ilişkisini... Kadın başlıklı çalışmalara "aklı selim müslüman aydınlar" ın acilen yol haritası çizmesi gerektiğini... Mücadeci kadın nasıl olmalıdır, bu tanımın içi nasıl doldururlur ve çağın sorunlarıyla mücadeci kadın, mücadeci anne, mücadeleci üniversite öğrencisi kız nasıl başa çıkabilir... Herkesin kadınları arka saflara attığı bir döemde IDP nin ilk kongresinde neden başı açık kapalı kadınlar ön tarafta saf tutmuştur ve bunu bu gün başarmak nasıl mümkün olur... BM'nin bunca sosyal çalışmasına mücadelecilerin getireceği tezler, çözüm önerileri nelerdir... Buyrun burada bunları konuşalım. Benim devleti ne kadar sevip sevmediğim sizin için bana hakaret edecek kadar önemliyse editör arkadaştan mail adresimi isteyip bire bir benimle konuşabilirsiniz... konuşur, tartışır, yanlış anlaşılma nerdeyse düzeltiriz. Yalnız bu siteye her gün uğrayan, hareketi tanıyan tanımayan arkadaşlar bu tarz yorumları ve paslaşmaları okursa sanırım bizim de başkalarından bir farkımız kalmaz. Zaten burada isimsiz ve yakışıksız yazılmış yorumlara cevap yazmak konum ve zaman açısından bana uygun değil.
saygıyla...
Ümmügülsüm TAT
Bir internet blogunda yani kendisi sanal olan bir ortamda kimliklerin sanal olmasından doğal ne olabilir ki? Bu giriyi kendimle alakasız bir isimle yazıyorum ve sizin mantığınızla artık önemseyebilir, tartışabilirsiniz herhalde. Ayrıca lütfen o çıktığınız yerden ininiz, ben bir mühendisim ve dahası öyle sanıyorum bu blogu takip edenlerde öyle sizin sandığınız gibi geniş zamanlar dahilinde ne yapacağını şaşırmış insanlar değil, özetle zamansızlık hepimizin problemi.
Neyse konumuz bunlar değil.
Keşke isminize gösterdiğiniz hassasiyeti ülkemin ismine de göstermiş olsaydınız. İsminizi kısaltırken kesinlikle hakaret amacı gütmediğimi ayrıca belirtmek isterim.
Gelelim asıl meselemize, bu ülkenin aydınlık geleceğinin sahibi henüz 22 yaşında bir genç kadın olarak siz hemcinsime diyorum ki, bizler kovulduğumuz sofraları kurmayalı, o çürümüş feodal düzenin kalıntılarını sırtlarımızdan atalı çok oluyor, hayatın her alanında üreten, var eden, yaşamı inşaa edenleriz bizler tıpkı erkekler gibi ve sizin öğütlediğiniz egemen sistemin sofrasının köleleri değiliz, olmayacağızda. Anlayacağınız öküzden sonra gelmiyor artık sofrada yerimiz, analık bizi yücelten tek vasfımız değil ve Güneydoğu sorunu ise sizin düşündüğünüz gibi “annelik” içgüdüleri ile çözülebilecek kadar basit değil. Bu yüzden bırakın tülbendimiz başımızda kalsın.
İzniniz olursa, size tek önerim, BMnin kadın konusundaki sosyal çalışmalarını bir kenara bırakın ve kadın sorununu aynanın karşısına geçip kendi yansımanız üzerinden düşünün, lütfen yanlış anlamayın ve sinirlenmeyin. Bu bizim gibi toplumların kendi problematigidir, sorun bizim sorunumuzdur, yaşamın her alanında bire bir biz yaşarız ama çözüme ulaşmak için yararlanacağımız veriler, materyaller ve yahut ideolojiler dışarıdan enjektetir hep.
Farklı mantıksal düzlemlerden aynı sonuca ulaşmamız elbette mümkün değil, başka başka çalışıyor beyinlerimiz fakat ortak bir katmanda buluşma çabasını sizin gibi yersiz ve gereksiz görmüyorum ben, aksine sizin ve benim savunduğum tüm değerler çerçevesinde bu buluşma çabası sorunların çözümü için elzemdir.
Fakat siz; ayda üç dergiye yazılar yazan, çağın hegemonyasının zamansızlık ikileminde sıkışmış meşgul bir yazardan böylesi bir açılımı beklemek nafiledir herhalde.
Sağlıcakla..
İyi çalışmalar..
Yorum Gönder