İnsan Bilgisi ve Felsefe - 1
Pazartesi, Haziran 22, 2009
A. İNSAN BİLGİSİNİN VE VASITALARININ MAHİYETİ HAKKINDA
İlim, insanın gerçeği kavrama ve anlama gayretinden doğar. Şu halde ilmin gayesi, varlığın ve onun belirtilerinin bilinmesi demektir. İnsan, gerçeği bildiği ölçüde, problemlerini doğru olarak çözme imkanını elde edebilir. Ancak ilmi bilgi sayesinde, gerçek bir hayat görüşü ve insan problemlerinin doğru ve başarılı bir çözümüne ulaşmak mümkün olur. Şu halde, insanın ve toplumun problemlerini çözmek için baş vurulacak vasıta, ilimdir.
Öyleyse; “ilim” ve “gerçek” kelimelerinden ne anladığımızı belirtelim.
İlim, insan şuuru ile obje arasında kurulan doğru (yanlış olmayan, yahut yanlış olma ihtimali az bulunan) bir münasebettir. Bu münasebet, maddi değildir. Zihnin düşünce vasıtalarının mahiyetine uygun olarak, ruhidir. Yani şuur, kendi dışında var olanın, yani konusunun zihnindeki hayalini kavrayan “kavramlar” ile düşünür. Şu halde zihnin, kendi dışında var olanın aynısı ile değil, onun –tabir yerinde ise- zihnindeki fotoğrafı ile düşünür. Bunlara “kavramlar” diyoruz. Burada kavramlarla düşünme zaruretinin, insan bilgisinin özünü teşkil ettiğini hatırlamalıyız. Bu demektir ki, insan zihninden daha farklı yapıda olan şuurların bilgisi, bizimkinden özü itibarıyla farklıdır. Yani varlığın ve varlık belirtilerinin gölgeleri ve hayalleri ile düşünmeyecek bir şuur için, varlığın hayallerine ihtiyaç yoktur. Varlığı doğrudan doğruya kavramak; hayaller, semboller ve gölgeler vasıtasıyla kavramaktan elbette farklıdır. Birisi beşeri bilgidir. Bu bilgi sınırlıdır, ihtimalidir, gelişmeye namzettir ve izafidir. İkincisi, ilahi bilgidir. İlahi bilgi sınırsızdır, değişmez ve mutlaktır.
Şimdi gerçeğe gelelim. Burada “gerçek” kelimesine şu manayı verirsek, daha az hatalı bir tarif vermiş oluruz. “Gerçek” varlığın kendisi, tıpkısı ve aynısıdır. Bu tarif, mantık bakımından tutarlı ve doyurucudur. Ancak , müsbet yönü yoktur. Mantık bakımından tutarlıdır; Zira mantığın temeli, “bir şeyin, kendisinin aynısı” olduğunu kabullenmektir. Ve “gerçek” hakkında verdiğimiz tarif de, bunun bir tekrarıdır. Bunun dışındaki tarifler, sadece bir yaklaşıma imkan verir.
İnsan Bilgisinin Mahiyeti ve Neticeler
Gerçeğin bu tarifinin ikinci neticesi ise, gerçeğin bilinme imkanını belirtir. Gerçek, varlığın (kast edilen varlık, zaman ve mekana bağlı varlıktır) değişmesinin ve belirtilerinin bizzat kendisi ise, gerçeğin bilgisi, varlık ile bilgi melekesi arasında doğrudan doğruya, vasıtasız bir münasebeti gerektirir. Halbuki, insan düşüncesi ile varlık arasında vasıtalar (kavramlar, deney, gözlem, vb.) vardır. İşte bunlar, varlık, yani gerçekle insan arasındaki yegane, fakat sınırlı vasıtaları teşkil ederler. Bu da insan bilgisinin sınırlı, tekamülcü, nisbî, ihtimali karekterini açıklar.
Bu mütalaalar, insan bilgisinin “gerçeğin mutlak bilgisi” olmadığını gösterir. Fakat müsbet anlamlı şudur ki, insan bilgisi iyi ve doğru neticeler elde edebilecektir. Ve gayesi her türlü peşin hükümden sıyrılmış olarak, insan hayatını daha müsbet, daha faydalı ve daha kolay hale getirmek olacaktır. İnsan bilgisi bizzat özü ve gerçeği bulmaktaki sınırı meselesini ortaya koyarak daha faydalı hale gelebilir ve büyük gelişmeler gösterir. Bu suretle, yani insan bilgisinin gelişmesine en büyük hizmet; onu, ilmi donduran ve kalıplaştıran düşünce tarzlarından kurtarmak ve onun ilerlemesini hızlandırmak olacaktır. Bu da insan bilgisinin izafi, nisbi ve (nihai ve son bilgi olmadığı için) gelişmeci mahiyetinin bilinmesiyle kabildir.
Klasik Rasyonalizm ve Klasik Pozitivizm Yıkılıyor
Ancak bu suretle, Rönesans’tan itibaren büyük bir ümitle ve ilahlaştırılarak bağlanılmış bulunulan klasik pozitivizm ve klasik rasyonalizm’in içine düştüğü çıkmazdan kurtulmak mümkündür. Bilindiği gibi, Descartes’in Avrupa’da açtığı “rasyonalizm” çığırı, uzun bir süre hakimiyetini devam ettirdi. Böylece aklî ilimlerin (matematiğin) metodu, diğer ilimlere de teşmil edildi ve Avrupa düşüncesinde verimli gelişmeler doğurdu. Bu disiplin (yani akıl yürütme) verimli olduğu sahalarda kullanıldığı çapta faydalı olabilir ve olacaktır. Ancak bu disipline ve onun prensiplerine “mutlak hakikatın vasıtası” gözüyle baktığımızda, yanılırız. Nitekim Bergson, en azından rasyonel metodun, hayat hadiselerini izahta kifayetsiz bulunduğunu gösterir. Aynı şekilde Descartes’in “mekanist alem” telakkisi, bugün sarsılmış bulunuyor. Descartes, bütün fizik alemi, madde ve hareket ile izah edebileceğini zannediyordu. Bugün, çekirdek fiziği üzerinde yapılan incelemeler, bu küçücük, fakat hayrete şâyan alemi “madde” ve “hareket” mefhumlarının izah edemediğini gösteriyor. Aynı şey, “makro kosmos” için de varittir.
Aynı hal, pozitif metodun da başına gelmiş bulunuyor. İnsan bilgisinin asli kaynaklarından biri olan pozitivizm, Hristiyan dogmatizmini ve skolastiği yıktı. Ve Avrupa kafasını, tabiatın gözlem ve deney yolu ile bilinmesine yöneltti. Bu metod da insan düşüncesini ilerleten bir metottu. Ve verimli neticeler hasıl etti ve edebilir. Ancak Heisenberg gösterdi ki, deney vasıtalarımız, deneylenen şey(obje) üzerinde tesirler meydana getirmektedir. İşte bu tesirlerdir ki, gözlem vasıtasıyla elde edilecek bilgilerin gerçeğe göre, sınırını teşkil etmektedir.
Ve bugün ilmi düşünce; sağlam, sarsılmaz ve mutlak zannettiği prensiplerin ve metodların sınırlarıyla karşılaşıyor. Bu ise, ilmi düşüncede tam bir kriz sayılabilir. Sebep ise basittir. İnsan bilgisinin mahiyeti ve kullanılan metodların sınırlılığının kabul edilmeyişi. Sonra, mukadder sınırlarla karşılaşınca ya bu sınırı tanımamak yahut derin bir ye’se düşmek.
Bu sebepten ilmi çalışmanın temel prensibi; hiçbir aksiyom, prensip, teori, kanun ve hipotezin mutlak, alemşümul ve kesin gerçek olduğu hayaline saplanmamak olmalıdır. İnsan bilgisinin özü, vasıtaları ve neticeleri, sınırlı, izafi ve ihtimalîdir. Bu unutulmamalıdır.
Aklımıza bir soru gelebilir: “Eğer beşer bilgisi izafi, sınırlı ve ihtimali ise, insanın kainat ve tarih içerisindeki yerini nasıl anlayabiliriz? İnsanın müşküllerini nasıl çözebiliriz? Akıl ve duygular vasıtasıyla idrak edilen bilgiden daha üstün, daha geçerli bilgi mümkün müdür? Mümkünse, nasıl?
İnsan Bilgisini Doğrulayan ve Tamamlayan Bilgi Kaynakları
İnsan bilgisinin tamamlayan, onu mevcut sınırlarının üstüne yükselten bilgi yolu var olmalıdır. Ve tarih, böyle bir bilgi vasıtasının var olduğunu gösteriyor. Bu ruhi müşahededir. Şuurun kalıplaşmış, kaideleşmiş tabakasının, yani zekânın tefekküründen, duyu vasıtalarımızın kapasitelerinden çok daha yüksek bir bilgi vasıtası olan şuurun yüksek fonksiyonlarının, bu vasıtaların nüfuz alanının sınırlarını aşması mümkündür. Burada objektiflikten uzaklaşırız. Son derece serbest bir alanda, bilgi aranır. Hayaller, yanılmalar daima mümkündür. Zeka ve duyu üstü bilgi alanında araştırma yapmak, son derece zordur. H.Poincare’nin gösterdiği gibi, yüksek tefekkür, eşyanın gözlemi ve deneylenmesi ve zekanın kalıplaşmış, objektif kaidelerinin mekanik bir uygulamasından tamamen başka bir şeydir. Suyun üzerine düşen ışık demetlerinin müşahedesi gibi, ruhumuzun (şuurumuzun) üstüne düşen gerçek kırıntılarının müşahedesidir. Bu, “ilham”dır. İlham, düşüncelerimizi birden aydınlatır ve mütefekkürler onu; tutarlı, mantıkî, objektif hale getirir. Yahut getirmeye çalışır. Yani objektif müşahede ve objektif düşünce(mantıki düşünce) yüksek tefekkürün, ruhi müşahadenin materyali ve malzemesi olur. Ancak bu yol, son derece nadir insanın “gerçeği araştırma” (daha doğrusu “gerçeğe yaklaşma”) yoludur. Bu yüksek bir istidat ve özel bir eğitim gerektirir. Ve belirtmeye hacet yoktur ki, bu yol; hem kesin doğru yol değildir, hem de insan elinde değildir. Bu bilgi alanında, mütefekkir, aktif değildir; pasiftir. Şu halde ilham hem sübjektif bir metottur; hem de vardığı neticeler, en müspet olduğu anda bile, “muhtemelen doğru” hududunda kalır.
İlhama akraba olan ve onun en üst noktasını teşkil eden bilgi vasıtası ise, insan şuurunun “mutlak gerçeğin bilgisi” ile doğrudan doğruya temas kurmasıdır. Bu “vahiy”dir. En üst düzeyde “doğru”, “emin”, “güvenilir” bilgi vasıtası budur. Burada, ilhama daima karışma tehlikesi olan, hallisünasyon’lar yoktur. Hata ihtimali ortadan kaldırılmıştır. Belirtmeliyiz ki, bu bilgi yolunda sadece “mutlak gerçek”in mutlak, sınırsız, değişmez bilgisinin sahibi Allah’ın iradesi câridir. Kabulde tereddüt edilmez ki, bu vasıta, sırf insan gayretiyle kurulamaz. Ancak Allah’tır ki, hatadan salim, güvenilir, doğru ve emin bilgiyi verme yolunu açar. Muhatabını ruhen, bedenen hazırlar ve bu büyük yükü almaya hazır hale getirdikten sonra, takdir ettiği bilgiyi verir. Allah’ın bilgi vermeye hazırladığı muhaatpları ise, insan tefekkür ufkunun zirvesini teşkil eder. Bu zatlara “Peygamber” diyoruz. Vazifeleri ise, “mutlak”, “alemşümul” ve “zaruri”dir. Beşer bilgisini doğrultan, bütünleyen ve tamamlayan bilgilerdir. (Elbette bu bilgilerden bir kısmı, insan nev’inin o günkü seviyesine uygun, zaman ve mekan bakımından sınırlı bilgileri de ihtiva eder.) Bu bilgiler, dünya tarihinin başlangıcından bu yana, aynı ve değişmez hakikati ortaya koyuyor. Bu bilgiler arasında tenakuz görülemez.
Ayrıca ilave etmeliyiz ki, bu bilgi kaynağı kesin olarak kapanmıştır. İnsanoğlu, kâfi olgunluğa erişmiştir. Ve son peygamber vasıtasıyla bildirilen gerçekler, eğer o isterse, daima istifade edebileceği şekilde korunmuş bulunuyor.
İlmi Bilgiyi Nasıl Elde Edebiliriz?
Bunları belirttikten sonra, şimdi, ilmi bilgiyi nasıl elde edebileceğimizi pratik olarak ortaya koyalım:
İlmi bilginin iki temel vasıtası bulunuyor. Bu iki temel vasıta, duygularımız ve aklımızdır. İlmi bilginin iki pratik vasıtası, bunlardır.
Önce, duyularımızın bilgi vasıtası olarak kullanılışı üzerinde duralım. Duyu vasıtalarımız (görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma), bilgi edinme araçlarıdır. Biz, varlık hakkında, bu vasıtalar aracılığı ile bilgi sahibi olabiliyoruz. Bu vasıtaların kullanılma usulü olarak, iki metod geliştirilmiştir: “Gözlem” ve “deney”… Gözlem, varlığa ve belirtilerine dikkatle duyu vasıtalarımızı çevirmektir. Gözlem, bugün duyu vasıtalarımızı kuvvetlendiren vasıtaların yardımıyla yapılmaktadır. Gözlemin iyi sonuçlar verebilmesi için, gözleyicinin dikkatli, sabırlı ve tarafsız olması gerekir. Şüphesiz ki gözlem, bir hipotezin doğruluğunu aramak için yapılırsa faydalı olur. Ayrıca, gözlem vasıtasının obje ve suje üzerindeki tesirleri de hesaplanarak, hata payı ortaya konur. Ve tarafsız olmak için, bu şarttır.
Duyu vasıtalarına dayanan ikinci teknik, deneydir. Deney, araştırıcının tayin ettiği şartlara uygun olarak aynı olayın tekrar gözlenebilmesinden ibarettir. Sosyal ilimlerde ise deney metodu, tabii ilimlerdeki gibi uygulanamaz. Sosyal ilimlerin bünyesine uygun olarak farklı metodlar kullanılmaktadır.
Duyularımız vasıtasıyla gelen bilgiler, akıl yoluyla yorumlanır. Burada akıl, deneyden önce bir hipotez kurar. Bu hipotezin doğruluğu deney ve gözlem yoluyla tahkik eder. Sonra “prensip”, “aksiyom” ve “teori” gibi, deneylenen konu ile ilgili daha genel hakikatlere yaklaşmaya çalışır.
Burada zihin, “sentez” faaliyeti içindedir. Yani, önce parçaları, cüzleri gözlem ve deneyle inceliyor, sonra parçalar hakkında edindiği fikri, genel bir fikir haline getiriyor.
İnsan bilgisinin deneylerden, gözlemlerden çıkardığı genel formüller şunlardır:
Teori: Bir konuya ait deneylerin sonuçlarını toplayan ve düzenleyen sentezlerdir. Fizik’te “çekim, mekanizm, enerjetizm, elektron teorisi”; biyolojide “mekanizm, animizm, vitalizm, evrim teorileri” vb.
Kanunlar: Olaylar arasında değişmez münasebetlerin ifadesidir.
Ancak hemen belirtmeliyiz ki, hem tabiat ilimlerindeki hem de sosyal ilimler alanındaki teoriler ve kanunlar, daima ihtimali bir özellik taşır. Ne kanun, ne de teori mutlak, zaruri ve kesin değildir, ihtimalidir.
Aksiyomlar: Matematik ve mantık gibi akli ilimlerin (yani akla dayanan bilgi disiplinlerinin) başlangıcıdır. Bunlar mantıken zaruri ve apaçık kabul edilirler. Aksiyomlar, kavramlar arasındaki zaruri münasebetleri ortaya koyarlar. Bunlar, ancak mantıken açık ve kabule değerdirler. Yoksa gerçeğin ifadesi olarak, mutlak, değişmez ve genel değildirler.Yani mantıken zaruri, genel ve mutlaktırlar. Mesela “aynılık prensibi” böyledir. Mantığın ve matematiğin dayandığı temel, budur.
Postülatlar: İspata ihtiyaç duyulmaksızın kabul edilebilen, mantıken zaruri ve apaçık kabul edilen hükümlerdir. Bu postülatlar, birbirinden farklı olabilir. Ve bu farklı postülatlara dayanan, tamamen farklı fakat mantıki sistemler ortaya konabilir. Euklides, Laboçevsky ve Rienmann Geometrileri gibi.
Prensipler: Fiziki ilimlerde, bu bilgi disiplinlerinin kabul ettiği, dayandığı temellerdir. Deneylerden elde edilen sonuçlar, bu prensiplere dayandırılır. Mesela; mekanik’te “eylemsizlik prensibi”; hidrostatikte “Pascal ve Arşimet prensipleri”, “kütlenin sakınımı”, “enerjinin sakınımı” vb. prensipler. Ancak bu prensipler, deneylerin sonucu gibi gözükseler de, deney yolu ile ispatlanmaları mümkün değildir.
Bilgi ve Doktrin
Sonuç olarak; bu bölümde insan bilgisinin mahiyeti, kaynaklarımızın mahiyeti ve sınırı meselesini görmüş bulunuyoruz. Burada, ilimlerle doktrin arasındaki münasebetleri de belirtmeliyiz.
İlim, kendi araştırma alanındaki şeyler arasındaki zaruri münasebeti (oranı) bulmaya çalışır. Bu tarig, şu gerçeği ortaya koyar: her ilim, kendisi için bir araçtırma konusu seçer. Şu halde, konu itibarıyla sınırlıdır. Fakat insan, sınırlanmış konular hakkında edindiği bilgi ile yetinemez. Yani, insanın kainet içindeki yeri, öncesi ve sonrasına ait problemler, konusu sınırlanmış bilgi disiplinleri ile cevaplandırılamaz. Daha genel bir bilgi dalına ihtiyaç vardır. Bu bilgi cinsi “doktrin”dir. Bir doktrin, konuları birbirlerinden farklı ilimlerin neticelerinin toplamı olamaz. Fakat bu ilimlerin verilerine de aykırı olmamalıdır. Nasıl ki, bir bina, binayı teşkil eden taşları bilmekle yapılamazsa; insanın kainat içindeki yerini belirten bilgi de, ilimlerin verilerinin mekanik bir sıralanışı ile meydana gelemez. Bu bilgi, “ilimlerin prensiplerinin de prensibi” olan temellere dayanır. Bunlar olmadan, kainat içinde insanın yerini ve problemlerini çözmek mümkün olmaz. Şu halde, “ilimlerin ilmi” olan, genel bir bilgi dalına ihtiyaç vardır. Bu “doktrin”dir. Doğru ve gerçek bir doktrin olmadan, ilmi düşünce aydınlanamaz. Şu halde doktrin; insan bilgilerinin prensiplerinin prensibi, murakebecisi ve hedefi olan bir bilgidir.
Bunu aydınlatmak üzere, birbirinden farklı iki doktrin üzerinde duralım:
Doktrinleri iki meseleye bakış açıları yönünden ikiye ayırabiliriz: “Varlık ve bilgi teorileri” bakımından.
Varlık teorisi yönünden doktrinler, “inkarcı teoriler” ve “gerçekçi teoriler”; bilgi teorisi yönünden, ”hayalci teoriler” ve “ilmi teoriler” olarak ikiye ayrılır.
Örnekler:
Örnek olmak üzere, “Diyalektik maddeci doktrin”i ve “İslam Doktrini”ni alalım:
Dialektik maddeci doktrin, varlık teorisi yönünden, “maddecilik” ile ifade edilir. Ona göre kainat ve hayatın izahında tek sebep, maddedir. Bütün hadiseler, maddenin gölgesidir.
Bilgi teorisi yönünden ise, bütün hadiseleri aydınlatan metod “diyalektik mantık”tır. Bu haliyle dialektik maddecilik, mutlak bir rasyonalizmdir. Dialektik maddeciliği kabullenmiş bir adam, problemlerin çözümünde şu yolu takip eder: Önce problemi kesin olarak ortaya koyar. Sonra bu problemin dialektik maddeci anlayışı uygulamada otorite olarak kabul ettiği eserlerde çözülüp çözülmediğine bakar. Bu otoriteler Marx, Engels, Lenin, Stalin ve otoritesini tanıdığı komünist partilerdir.
Bir İslam araştırıcısı ve düşünürü ise, şöyle bir yol takip edecektir.
Bilindiği gibi İslami ilimlerde, ilim kaynakları şunlardır:
a. Kitap (Kur’an)
b. Sünnet
c. İcma
d. Kıyas
Bunlar “asıl kaynaklar”dır. (delillerdir)
“Fer’i deliller” ise; İstihsan, İstislah, İstishab, Asli Beraat, Sahabi Reyi ve Geçmiş Şeriatler’dir.
Müçtehit derecesindeki bir araştırıcı, karşılaşılan problemi bütün özellikleriyle kavrayıp, bu problemin nasıl çözüleceğini araştırır. Bu problemin çözümünü önce Kitap’ta; bulamazsa Sünnet’te; orada da bulamazsa İcma’da arar. İcma’da da yoksa, kendi Rey’i ile çözer. Buna “İctihad” denir. Araştırıcı (fâkih), “zanni”(ihtimalî) olan hükümleri (problemin çözülüş şeklini), hususi ve muayyen delillerden elde etmek için, olanca gücünü harcar ki, buna “içtihad” denir. Demek ki araştırıcı, karşılaştığı problemlerin hükmünü önce Kitap’ta arar. Bulursa bu hükme göre davranır. Bulamazsa (yani Kitap’ta yoksa) hükmü, Sünnet’te arar. Orada da bulamazsa, bu problem hakkında İcma’da olup olmadığına bakar. Yoksa; İçtihad eder, reyini kullanır. Bu rey(içtihad) ise, mutlaka “kıyas” gibi bir delile dayanmış olmalıdır.
Bu yol “mutlak müçtehid”in yoludur. Mutlak müçtehid, hüküm çıkarmada müstakil yol sahibi olan müçtehiddir.
“Mezhepte müçtehid” olan zat ise, tâbî olduğu mezhebin usulüne bağlı olduğu gibi, vardığı neticelere de (problemler hakkında varılan çözüm şekillerine) uyar. Sadece; çözülmemiş problemler varsa, onları mezhebin metodlarına göre çözümler.
Özetle ve ana hatlarıyla;
Bir Müslüman araştırıcının, beşeri problemlerin çözümünde takip ettiği yol, budur.
Yazının devamı için tıklayınız
Aykut Edibali
İLİM, KÜLTÜR VE SAN'ATTA GERÇEK
CİLT: 1
1 TEMMUZ 1975
SAYI: 1
2 yorum:
Türkiye"nin,Türk dünyasının ve İslam dünyasının problemlerini çözebilmesi ,yükselmesi ve yücelmesi ancak bilim üretmekle ve buna bağlı olarak yüksek teknoloji üretmekle mümkün.Biz buna İSLAM RÖNESANSI DA diyoruz.
Muhteşem Türkiye ideali ancak böyle bir rönesans temelleri üzerinde kurulabilir.İşte Sayın Edibali"nin Muhteşem Türkiye"yi inşa ederken işe nerelerden başladığını,işin temellerini nasıl attığını gösteren bir çalışma.
Bu çalışma daha sonra Sosyal Sistemlerin Temelleri eseriyle daha ayrıntılı olarak ortaya kondu.
Keşke günübirlik sloganların,hazırlop çözümlerin peşinden zamanımızı heba etmek yerine ilme ve hikmete gereken değeri ve önemi verebilsek.
Bilim ve hikmet kutuplarına çalışmaları için gerekli ortamı hazırlayabilsek.
Pek Kıymetli Öğretmenim Muhterem Aykut EDİBALİ Beyefendiye ve yetiştirdiği binlerce talebesine bu vesileyle selam,hürmet ve muhabbetlerimi arz ediyorum.
Mehmet MUTLUOĞLU
Evet... Bu çalışmaların önemi, temellerin ne kadar derinlere atıldığı, Mücadele'nin nasıl bir gayretin ürünü olduğunu göstermesi bakımından çok anlamlı.
Hayatı ve kainatı Kur'an ışığında yeniden anlamlandırma çabası.
Ve bunları yaparken o genç insanların kaç yaşında olduğunu da değerlendirmek gerekir.
en yaşlısı 30'lu yaşlarında olan bir grup genç insanın insanüstü çabalarının ürünü bu tertemiz hareket.
Sosyal sistemlerin temelli, sorokin eser incelemeleri... Din ve felsefe üzerine inşaa edilmiş bir aksiyon hareketi. İlmi Sağ işte bu.
İslam Akaidi, hayata uyarlama çabaları.
Entelektüel dünyamızın gözden kaçırdığı büyük bir hazine...
Yorum Gönder