Gerçeğin Daveti

Perşembe, Mart 12, 2009

Aziz okuyucu,

Bu ilk sayısı ile “İlim, Kültür ve Sanatta GERÇEK”, sana ulaşmış bulunuyor. Gerçeğin, hayatımızın her anında ortaya çıkan önemini belirtmek kadar, ona övgüler dizmek de, o ölçüde lüzumsuz… Fakat “Gerçeğin Bilgisi”nin, milletimizin ve insanlığın problemlerini doğru olarak çözmekte başvurulacak tek yol olduğunu ve ancak bu yolla, milli kültürümüz üzerinde süfli tesirleri büyüyerek devam eden gayrı milli bakış açısını, modalaşan zararlı ve zavallı hayalleri yıkabileceğimizi, bilinen bir gerçeği tekrar etmek sayılsa bile, söylemeden geçemeyeceğiz.

Öyleyse, milletimizin problemlerini tespit etmek ve doğru çözüm yollarını göstermek mecburiyetinde olan milli düşüncemizin temel karakteri “gerçekçilik” olduğu gibi, ismi de “gerçek” olabilir. “İlimde, Kültürde ve Sanatta Gerçek”…

Derginizin ismini açıklarken, bir dereceye kadar, onun hedeflerine de işaret etmiş oluyoruz. Bu hedefler, yukarıda belirttiğimiz gibi, milletimizin problemlerini belirtmek ve doğru çözüm yolları getirmektir. Bir cümleye sıkıştırılmış cihan çapındaki bu soruyu cevaplamak, mümkün müdür? Uykuları kaçırtan bu azametli soruyu, soru karşısında kesin bir nispetsizlik arzeden imkanlarımızın telkin ettiği menfi duruma rağmen, “EVET” diye cevaplıyoruz. Evet, Türkiye’mizin problemlerine, doğru çözüm yolları getirmek mümkündür. Ancak, ümit ve inancın gölgesinde yücelen “evet” haykırışının, iki temel şarta bağlı olarak müsbet bir anlam kazanacağını söyleyebiliriz. Yani, Türkiye’nin problemlerine doğru çözüm yolları gösterebilmenin iki şartı vardır.

Birincisi; Türkiye aydınlarının, bu büyük soruya cevap vermek üzere, entelektüel güçlerini birleştirecek, ilmi çalışmalarını verimlendirecek, araştırmaları ana hedeflere yöneltecek şekilde organize olmalarıdır. Daha şimdiden, Türkiye aydınlarının organize olman lüzumunu hissettiklerini ve teşebbüslerinin yeniliğini de hatırlayarak, Türk aydınlarının “milli bir kadro” halinde organize oluş çalışmalarının başarılı sayılabileceğini, sevinçle belirtelim. Bu çalışmalar, mahalli kalan ekip çalışmaları düzeyinden, milli kadro düzeyine yükseldiği gün; gerçeğin muhteşem yükselişi, gayrı milli bakış açısının yıkılışını ilan edebilir ve aynı zamanda, Türk milletinin temel sorularını cevaplamak için, son iki asırlık Türk tarihinin büyük sıçrayışı diyebileceğimiz bu entelektüel kapasitenin omzuna yükleneceği, şerefli bir görev olur.

İşte, dergimizin, yukarıda ortaya koyduğumuz soruya “evet” diyebilmesi; Türkiye aydınlarının hudutsuz vatanseverliğine, namus duygusuna ve entelektüel kapasitesine olan güveninden doğmaktadır. Hemen belirtelim ki, Türk aydınları arasında mevcut görüş farkları, aşılmaz bir engel değil; karşılıklı tolerans ve entelektüel kapasitesinin milli hedeflerimize yönelmesi ölçüsünde, ilmi çalışmaları zenginleştiren ve güçlendiren, bir “ilerletici güç” haline gelecektir. Bütün tevazuumuzla belirtelim ki, “Gerçek” bu hizmet uğrunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayacaktır. Dergimiz, en önemli görevi saydığı bu konuda, yani Türk entelektüel kapasitesinin organizesi konusunda tekliflerde bulunacağı gibi, dergiyi, Türk aydınlarına açık bir kürsü olarak devam ettirecektir.

Türkiye’mizin problemlerini belirleme ve doğru çözüm yolları teklif edebilmesinin ikinci şartı olarak; milli dünya görüşümüzün belirlenmesi, sistematize edilmesi ve ortaya konulması gerektiğini düşünüyoruz. Bu çalışma başarı ile sonra erdirilmedikçe; ne Türkiye’nin problemlerini doğru dürüst anlamak, ne de doğru çözüm yolları teklif etmek mümkündür.

Biliyoruz ki, insan bilgisi, ihsaslar üzerinde düşünülmekle elde edilir. İhsaslarımızın, yani objektif varlığın, üzerimizdeki etkileri üzerinde düşünüyoruz. İhsaslarımızı belirlemek ve tahkik etmek üzere, iki tekniğe sahibiz. Birisi “gözlem”; diğeri “deney”… Sonra gözlemlediğimiz veya deneylediğimiz konu hakkında edindiğimiz bilgileri birleştirir ve “sentez” yaparız. Böylece, deneylediğimiz şartlar içinde, o konu ile ilgili bir “bilgi” ediniriz. Bu bilgi, ister “kanun” kesinliğinde olsun, isterse “teori” seviyesinde bulunsun; o konunun bütünlüğüne anlaşılmasında; yeni gözlem ve deneylerin ortaya koyduğu bilgilerin manalandırılmasında (izahında) başlangıç noktası ve izah ölçüsü olur. Elbette teori, yeni gözlem ve deneylerin ortaya koyduğu yeni bilgilerle tearuz halinde olmadıkça geçerli olabilir.

Netice olarak teori (teorinin bağlı bulunduğu “prensip” veya “aksiyom”) deneylerin manalandırılmasında “başlangıç noktası”, “izah edici faktör” ve “hedef” olmaktadır. Böylece teori, konusu ile ilgili bütün olayların bilgisini ihtiva etmektedir. Mesela; matematik alanında “aksiyomlar”, fizik ve kimya alanında “prensipler” ve “teoriler”, biyoloji alanında “teoriler”, kendi alanlarındaki parça parça bilgileri kucaklayan, “genel bilgi” durumundadır. Aynı şekilde, tarih ve sosyoloji gibi, insanı inceleme konusu yapan ilimler için de, teori, aynı ölçüde “başlangıç noktası”, “izah faktörü” ve “hedef” olmaktadır. Bu sebepten, en genel manasıyla aksiyonun(düşünce ve hareket) manalandırılması ve yeniden tahkiki için muhtaç bulunduğumuz şey; bir ilmi değil, bütün ilimleri kuşatan genellikte –bütün ilimlerin aksiyomu, genel metodu ve hedefi olarak- genel bir “düşünce teorisi”nin yeniden sistemleştirilmesinden ibarettir. Objektif varlığın bütüncü bir bilgisine kavuşmadıkça, parça parça olayların bilgisi ile yetinmek; olayların birbiri ile ilintisini kaybetmek ve olayların(problemlerin) sayısız çokluğu içinde bocalamaktan başka bir kazanç getirmeyecektir. Kainatın ve hayatın, zaman içinde kesintisiz ve parçalanmaz akışı, genel bir teori ile aydınlatılmadıkça, bütün aksiyonlarımız temelsiz, hedefsiz ve belirsiz kalmaya mahkumdur. İşte bu sebepten, Türk düşüncesini, yukarıda arz ettiğimiz genel bir teorinin aydınlığına kavuşturmaya mecburuz.

Buna “Türk düşüncesine, milli bir görüş açısı ve metodu kazandırmak mecburiyeti” diyebiliriz.

Bu durumu, dünya ve Türk düşüncesinin tarihi üzerinde durarak açıklayabiliriz. Denebilir ki; on-altıncı yüzyıla kadar Avrupa düşüncesi, Katolik kilisesinin dogmalarını, ilimler için genel bir kılavuz saymaktaydı. Ancak Rönesans’tan itibaren gelişen düşünce tohumları, pozitivist ve rasyonalist tefekküre kesinlik kazandırdı. Böylece, gelişen ilimlerin varlığı, Katolik kilisesinin âlemşümul gerçek bilgisi ile derin ve kapatılması imkansız bir tezada düştü. Bu asırdan itibaren Avrupa tefekkürü, Katolik ilim teorisinin temellerini sarstı. Bu tarihi gelişmenin genel sonucu, avrupa düşüncesinin “laik ve din aleyhtarı” karakteri, kesinleşti. Fakat, Avrupa düşüncesi, bu kritikçi tavrından kurtulamayarak, müspet ve genel bir teori kuramadı. Avrupa düşüncesi, müspet bir sentez olarak, Descartes’çi mektebin “mekanist alem” tasavvurundan, nihayet, maddeci bir dünya görüşüne saplanmış bulunuyor. Yine, Avrupa kritikçi düşüncesi tarafından, bu iki sistemin temelleri de sarsılmış durumdadır. Netice olarak, Avrupa tefekkürü, kilise karşısında kesinleşen kritikçi başlangıç noktasını, yine kendi doğurabildiği “mekanist” veya “diyalektik maddeci” alem tasavvurunu didikleyerek, yeniden yaşamaktadır. Bundan sonra da yapabileceği, yine aynı fasit daire içinde, heyecanlı dönüşlerden ileri geçemeyecektir, denebilir.

Avrupa düşüncesinin, Rönesans’tan zamanımıza kadar kısaca işaret ettiğimiz gelişme seyri için söyleyebildiklerimizi, Türk düşüncesi için söyleyemeyiz. Destanlar devrinde ve Türk düşüncesinin ilk tarih belgelerinde (mesela, “Orhun Yazıtları”nda) embriyon halinde bulunan ve “İslam Medeniyeti”nin ilk bilgi kaynaklarının bereketli kültür zemininde kesinleşen Türk düşüncesi; Avrupa’da on-altıncı asırda gördüğümüz gibi, bir iç tezadın sonucu değil; fakat, kendi medeniyetinin on-dördüncü asırdan itibaren girdiği bir durgunluk döneminin davet ettiği düşman bir medeniyetin topraklarımızda kazandığı zafer ölçüsünde etkisini kaybetmiştir. Sorokin’in tabiri ile bir “dermansızlık” dönemindedir. Yoksa, medeniyetlerin sübjektif kaynağını ve karakterini son derece isabetle belirten; fakat aynı ölçüde, medeniyetlerin taşıyıcısı durumunda olan toplumlarla birlikte, medeniyetlerin de öldüğü yanlış tezini savunan Toynbi’nin söylediği gibi, “ölmüş” değildir. Binaenaleyh, ne medeniyetler alemşümuldur, ne münhasıran objektif temellere dayanır, ve ne de sosyal yapının çöküşüne bağlı olarak, medeniyetler ölür.

Özetle, Türk düşüncesi; kendi öz dünya görüşünün, ilimlerin varlığı karşısında yıpranması neticesinde zayıflamış değildir. Hele, büyük bir medeniyet kurabilmiş ve on-yedinci asra kadar dünyanın tek ilim merkezi halinde kalabilmiş olma hususiyeti göz önünde bulundurulduğu takdirde; Müslüman-Türk dünya görüşünün, genel bir varlık teorisi ortaya koymakta, emsalsiz bir istidat belirttiği tereddütsüz kabul edilir. Bu bakımdan, Türk düşüncesi, on-dördüncü asırda duraklama dönemine girmiş bulunan medeniyetinin ve on-sekizinci asırda çöküşü kesinleşen sosyal yapısının desteğinden mahrum hale gelişiyle birlikte; zayıflayan ve çöken bir dünyanın modası geçmiş adetlerinden biri gibi, kendi kabuğuna çekilmiş ve bütün hayatımızda olduğu gibi, düşünce hayatımızda da zamanımızın hâkim medeniyetinin çizgileri kesinleşmiş bulunuyor. Binaenaleyh, Türk düşüncesinin bağlı bulunduğu milli dünya görüşü; gerek dışarıda, gerekse içeride toğrulmuş bulunan farklı veya mutezat bir dünya görüşü ile, açıkça akıl planında hesaplaşmış değildir. Bu sebepten, “ilim ve akıl karşısında tutunamamıştır” denmesi, belki de hataların en büyüğüdür.

Olsa olsa, “üç veya dört asırlık ilmi ilerlemenin ortaya koyduğu yeni problemler ve yeni deneylerin sonuçları, Türk düşüncesinin kaynaklarına göre tefsir edilmemiştir” denebilir. Türk-İslam dünya görüşü, gelişmesinin ilk safhasında ve çok kısa bir süre içinde, o çağların bilinen bütün ilimlerini toplamış ve eski Yunan için bir lüks olan “ilmi düşünce”, gerçek büyüklüğüne ve yüceliğine –Russel’in belirttiği gibi- bu medeniyetin humuslu toprağında varabilmiştir. “ilmi bilgi”, ilk defa, müspet ve sağlam bir dünya görüşü ile, heyecan verici bir bütünlük içinde kaynaşmıştır. Pozitif ilimler ve daha geniş olarak akli ilimler bakımından, “ilimlerin altın çağı”, bu asırlardır. Ancak belirtmeliyiz ki, bu en sağlam dünya görüşü –devrinin imkânları göz önüne getirilecek olursa-, daha çok akıl(mantık) planında müdafaa edilmiş, sistemleştirilmiş ve irselenmiştir. Bugün bile, İslam “ilmü kelam”cılarının ortaya koyduğu tezler, aşılmaz olarak kalmaktadır. Mesela, diyalektik maddeciliğin arsızca sahip çıkmaya çalıştığı ve felsefi idealizmin çürütülmesi için kullanılan (varlığın, insan düşüncesinden bağımsız olarak var olduğunu ispat için) “varlığın aksiyonu”na, yani pratiğe bir “delil” gözüyle bakmak, ilmü kelam müelliflerinin ortaya koyduğu tezdir. Yine misal olarak; “Tafra” nazariyesinin, bugün, çekirdek fiziğinin temellerinden biri olarak kabul edildiğini belirtelim. Verilen misallere yenilerini eklemek mümkündür. Bu misallerin ortaya koyduğu gerçek; Türk-İslam dünya görüşünün, medeniyetinin durgunluk dönemine girdiği çağlara kadarki gelişme çizgisinin; varlığın genel teorisininin, akıl ve mantık platformunda harikalı bir yükseliş gösterdiğidir. Binaenaleyh, milli dünya görüşümüz, akıl planında, mükemmel bir bütünlük ve sağlamlıkla kendini göstermiştir. Russel’in, Katolik Kilisesi için söylediği, “mantıki bütünlük ve sağlamlık”, her şeyden önce, Türk-İslam dünya görüşü için söylenebilir.

O halde, bugün yapılması gereken şey; Türk-İslam dünya görüşünün bilgi kaynağına inerek, bu dünya görüşünü; onun kavramlarını kabul ederek, kendimizden bir şey katmayarak ortaya çıkarmaktır. Türk-İslam dünya görüşü, akıl planında daha önce kavuştuğu bütünlük, sağlamlık ve kusursuzluğa deney ve gözlem planında da kavuşturulabildiği ölçüde; varlığın bilinmesine, varlığın daimi bir değişiminden doğan olayların(problemlerin) kavranmasına ve problemlerin çözümüne hizmet edecek temel bir “aksiyon kılavuzu” olabilir.

İşte bizce, Türkiye aydınlarının, Türkiye’nin problemlerini belirlemelerinin ve doğru çözüm yolları teklif edebilmelerinin pratik ve teorik iki şartı, bundan ibarettir. Bu ağır, fakat şerefli görevin yerine getirilmesine hizmet gayesiyle, derginiz, Türk aydınlarına, sayfalarını açıyor. Aralarındaki görüş farkları ne olursa olsun; Türk milletinin manevi değerlerine düşmanlık göstermemiş; Türk milletinin manevi değerlerine hürmetkar bulunmakla beraber, aynı kökten gelme düşüncelere karşı toleranssızlıkla kirlenmemiş her Türk aydınını, bu dergide yazmaya çağırıyoruz. Böylece, Türkiye aydınları, kütüphane raflarında unutulmaya mahkum yayınlarla yetinmek yerine; milli dünya görüşüne bağlı kültür kadrolarının düşünce ve davranışlarına feyizli bir etki yapabilmek imkanına, burada kavuşabileceklerdir.

Derginizin bu ilk sayısı, “milli dünya görüşümüz”ün belirlenmesine hizmet edecek yazılara ayrılmıştır. İlgiyle karşılayacağınızı umuyoruz.

Hürmetlerimizin kabulü temennisiyle.

GERÇEK

İLİM, KÜLTÜR VE SAN'ATTA GERÇEK
CİLT: 1
1 TEMMUZ 1975
SAYI: 1

5 yorum:

Ziyaretçi,  13 Mart 2009 08:56  

Allah razı olsun bu dergide emeği olan abilerimizden, bu yazıyı yazandan ve buraya aktarandan....

Ziyaretçi,  20 Mart 2009 17:42  

Gerçek dergisi deyince Mehmet ÇETİN Bey'i de hatırladım.
Allah gani gani rahmet eylesin.
Allah mekanını cennet etsin.
Mehmet MUTLUOĞLU

Ziyaretçi 27 Nisan 2009 16:28  

MEHMET ÇETİN AĞABEYİ BİR KEZ DAHA YAADETTİK. ALLAH RAZI OLSUN. EMEĞİ GEÇENLERE MİNNETTARIZ. TEŞEKKÜRLER.

Ziyaretçi,  10 Haziran 2009 21:10  

Sıklıkla geçmişin tozlu raflarından çıkıp gelin çınarımıza, bayrağımıza sarılın diyorsunuz.

Açık ve kesin olan birşey var ki,
bugünün çınarı, geçmişin YMM'sinin veya Gerçek'inin yerini dolduramıyor.

Zira, YMM'nin üretken olduğu dönemlerde materyalist saldırılara karşı felsefi arayışlar içerisindeydiniz.

Bugün, kim, hangi açık yüreklilikle bir bilim adamının karşısında şu diyaloğu gerçekleştirebilir?

- Enerjinin korunumu kanunu bize göstermektedir ki, hiçbirşey yoktan var olmaz, vardan yok olmaz. Allah yoktan var edebilmesi gerektiğine, ve bilime göre bu gerçek olmadığına göre, Allah diye bir şey yoktur!

- Enerjinin korunumu kanunu, Allah'ın yarattığı biz kullar için geçerli olup, yaratanı bağlamaz. Dolayısı ile, Enerji'nin korunumu kanununun ifadesi bir müslüman için eksiktir. Metafizik ihmal edildiğinde, enerji yoktan var olamaz ve vardan yok olamaz. Bu kurallar yaratılan için geçerli olup yaratan için geçerli değildir.

Bu basit örneği göz önüne alalım.

Materyalizmin dünyamıza sunduğu sosyal modellere alternatif, mütekamil bir sosyal model mi sunuyoruz? Kapitalizme karşıyız diyoruz da, nasıl karşıyız, hangi sosyolojik ve iktisadi gerçekle?

Günümüz islamcıları, kapitalizmin türevlerini savunmuyorlar mı son tahlilde?

gerçi sosyalizm de kapitalizmin bir türevi aslında fakat, anti-kapitalist islamcı camia, bugün kapitalizmin üstünü örterek savunmuyor mu?

Diyeceğim o ki,
o günlerde yaşadığınız fikir ızdırabını bu gün yaşamıyorsunuz. Bugün islami bir sosyal model üretmek için, bildiğim kadarıyla, uğraşmıyorsunuz. İmam-hatip mezunu iktisat profesörleriniz yok.

Tabi bunlar için sizi suçlayacak da değilim. Uzaktan takip eden birisi olarak, "sen ne yaptın" diye sorabilirsiniz.

Ancak islami camia'da materyalizmi "kendi düzleminde" alt etmeye belki de en yakın örgüttünüz. Şimdi nerede o eski entelektüel çalışmalar?

Ziyaretçi,  13 Haziran 2009 00:15  

Bir üstteki yorum sahibi arkadaşım, lütfen bakınız...

müslümanlar "kapitalizmi" savunmuyorlar. Bu ayrımın dışındalar.

İslam ve iktisat ilişkisi düşündüğünüz kadar bakir bir konu değil. Üzerine ciddi çalışmalar yapılmıştır. Lütfen, biraz "okumak". sonra "eleştirmek".

Yorum Gönder

"Mücadele Birliği nasıl ki kurluduğu yıllarda sahabe iştiyakı, imanı, gayreti ile çalışmışsa; Bugün de hiç bir grup, parti, şahıs tekelinde değildir.

Bu teşkilatın tezgahından geçenler yine aynı kardeşlik duyguları ile birbirlerine bağlıdır. Bunu ifsad eden, arada husumeti yayanlar asla Mücadeleci olamazlar!"

Son Yorumlar

İman Et
Mücadele Et
Zafer Senindir!
Zafer Hakkın
ve Hakk'a inananlarındır!
Kopyalama hakları: GNU, GÖBL.